25 Ocak 2015 Pazar

DOMESTİK HAYAT OH NE RAHAT!

Hayatımın fazlasıyla domestik olduğu doğru ama rahat kısmını kafiye olsun diye yazdım tabiî ki!

Bir oda içinde sınırlı sayıda insan görerek geçiriyorum günlerimi. İlk zamanlara göre daha sık nefes alacak alan yaratıyor bana ailem ve eşim şüphesiz ama artık ruhum domestik. Eskiden de biraz böyleydim aslında. Bu yüzden çok yormuyor beni bu temposuzluk. Fazlasıyla kendine yeten bir insan olmanın avantajını böyle bir durumda yaşayacağımı hayal edemezdim tabiî ki.

Günler burada hızlı geçiyor. Gün çok erken başlıyor, erken bitiyor. Oyun, yemek, çizgi film derken akşam oluyor. Sabah 7-8’de kalkıp bayağı askeri disiplin içinde odayı topluyoruz. Hijyen buradaki göbek adımız. Kendimiz hazırlanıyoruz. Ali’nin kahvaltısı, bizim kahvaltımız derken 10.00’da doktorumuz geliyor. Güzel bir haber duyma ya da en azından kötü bir haber duymama heyecanı ile her gün bekliyoruz kurtarıcımızı. O gider gitmez Ali’nin uyku saati ve günün ilk kahvesi.

Uyuduğu süreyi, kendim için bir şey yapmakla yapmamak arasında harcıyorum genelde. Zira tam bir şey yapmak isterken oda servisi, temizlik, hemşire ablalarının ayak seslerini takip edip kapıya dikilmek, cümle aleme uyuduğunu ilan etmek suretiyle zamanımı harcayabiliyorum. Bazen bu can siperane halim işe yaramıyor ve bol gıcırtılı bir kapı sesi ile onun uykusu benim de planlarım hayal olup uçuyor.

Bu durumlardan fırsat buldukça kitap okuyorum. Çünkü en büyük terapim bu. Her zaman öyleydi. Hayattan kopma biçimim, benim antidepresanım bu. Enerji topluyorum bu sürede. Çünkü öğlen oluyor ve maraton tekrar devam ediyor. Yemek, oyun, serum yoksa koridorlarda  “spor”…

Hayal gücü lazım. Öyle herhangi oyunlar avutmuyor günlerce bir sandalye ve yatak arasında mekik dokuyan bir çocuğu. Taslara sular koyup çılgınca ıslanırsa veya ilaç kutularını veya mutfak eşyalarını oyuncak diye verirsen belki biraz… Serum çıktıysa da hasta arabası ile koşmaca. Yürüyemediğinden değil, sadece oyun olsun diye binmeyi seviyor. Gerçi günlerce yürümeyince, yürüyemediği veya canının istemediği oluyor mutlaka ama olur o kadar.

Enerji sarfiyatı yüksek bir öğlen geçirdikten sonra sakinleşiyoruz. Yatak üstünde lego, belki biraz televizyon. Çok şükür 5 oldu. Çay saati. Çaya hiçbir bağlılığım yok ama burada böyle anlara bağlılık yaşıyor insan. Kendine özel bir keyif anı yaratmışsın ve o an gelmiş gibi… Oldum olası keyif severim. Ali Bey biraz kendi takılsın anne nefes alsın anı. Bazen müsaade ediyor, bazen etmiyor.

Sonra yine bazen uyku bazen akşam hazırlığı devam işte… Arif geliyor. 18’deki erken akşam yemeğinden sonra 19’a kadar her şeyi halledip uykuya geçiyoruz. Bebeğim uyuyor ve bizim için gün tekrar başlıyor. Birer çay/kahve içip köşelerimize çekiliyoruz. Maç/kitap/film… Belki biraz oksijen. Arkadaş varsa iki lafın belini kırma… Mütemadiyen yazmak… Erken uyku…

Ve yine gün doğuyor. Günler böyle geçiyor. Tabi bu sıradan bir günümüz. Yoksa anneanne, teyzenin geldiği daha bol molalı günlerimiz oluyor. Ziyaretçili, şenlikli, bazense hüzünlü günlerimiz oluyor. Ateşli uykusuz gecelerimiz, bazen ameliyathane kapısında heyecanlı bekleyişlerimiz…

Günler, haftalar böyle geçiyor. Hatta mevsimler geçiyor, biz pencereden seyrediyoruz. Geldiğimizde sonbahardı, bir yılbaşı geçirdik, yeni yılın ilk karını gördük burada. Elimizi bile sürmeden kar kalktı, biz hala buradayız. Geldiğimizden beri Ali büyüdü, boyu uzadı. Neredeyse konuşmaya başlayacak. Bugün tam 69 gün oldu. Biliyorum daha çok uzun zaman var… Daha çok mevsimler dönecek bu pencerede… 

BNÇ

22 Ocak 2015 Perşembe

UYKUSUZ ANNE

Uyuyamıyorum. Belden aşağım ile üstünü ayırmak istiyorum. Çünkü bacaklarım tuhaf şekilde rahatsız. Hani sanki şu huzursuz bacak sendromu dedikleri şey var ya öyle bir şey gibi…

Bacağım rahatsız, uyuyamadıkça sesler dayanılmaz, loş ışık ise delirmeye geri sayım gibi sanki. Bir nevi işkence hali. Ali’nin yanımda olması nedeniyle de bir kasılma hali. Kablosu dolanmasın, uyanmasın endişeleri.

Saat 04.01… gözümü bile kırpmadım.

Ruh halim de bunu istiyor gibi… Uyumamak istiyorum. Gülmemek. Hatta konuşmamak kimseyle. Giderek daha çok susmak.  Gittikçe içe dönmek. Ruhum bana bunu yapmaya çalışıyor. Bende gönüllü gidiyorum.

Hiç kimse ellemesin beni, kimseler yardım etmesin. İçime içime ağlayayım istiyorum. Yalnız olmak istiyorum. Tek açlığım her türlü yiyecek ve kitaplara. Okuyup okuyup susarak iyileşmek istiyorum. Başka çarem yok. Hiçbir söz iyi gelmiyor.

Sözler beni insanların anlayamayacağı kadar çok üzüyor. Olmadık cümleler burnumu sızlatıyor. Başka bir şey yapamıyorum. Eskisi gibi, ruhumun bildiği gibi gidemiyorum. O kapıyı çarpıp gidememek bazen o kadar zorluyor ki insanı. Her şeyi unutuyor, gerektiğinde her şeyi yutuyorsun sırf o var diye.  Ağız dolusu lafın varken susuyorsun. Çünkü söylemek gitmeyi gerektirir. Susuyorsun.

Gün doğacak birazdan. Ben bugün de uzun uzun susmayı planlıyorum.

Herkese günaydın…


BNÇ

20 Ocak 2015 Salı

ÖZELEŞTİRİ


Yeni hayatımda çok fazla sorgular çok fazla düşünür oldum. Tabi vaktim de bol sayılır. Çok şey öğrendiğim kesin. Ama gün geçmiyor ki arkadaşlık, dostluk üzerine öğreniyorum, düşünüyorum. Meğer ne çok dost biriktirmişim diyorum ama bir yandan da ne kadar eksikmişim.

Herkesin hayatında zor anları, zor günleri var mutlaka. Çocuğunun hayatıyla sınanmak en üst seviyede olsa da üzüntünün küçüğü büyüğü pek yok. Daha doğrusu arkadaşlarının yanında olmak için acı skalasında illaki ileri seviyelerde yer almasına gerek yok.

Bakıyorum da etrafımızdaki nerdeyse herkesin hayatının yakınından uzağından geçmiş bu hastalık. Ama fark etmek ve üzerinde konuşmak için başıma mı gelmeliymiş. Tabiki bir yeri gelme durumu var konuşmak için ama kim bilir belki daha çok bakmalı daha çok görmeliymiş insan. Daha duyarlı olmalı, daha çok hayatlarını bilmeliymişiz arkadaşlarımızın.

Bilmiyormuşuz, duymamışız, görmemişiz. Bazen söylemiş anlamamışız. Ya da hiç sormamışız. Bildiğimizde de meğerse “mış” gibi yapmışız. Kötü niyet yok mutlaka. Hayat artık böyle.  Sosyal medya saolsun, birbirimizin gittiği restoranları, konserleri biliyoruz ama birçok şeyi atlıyoruz bu  “ileri” iletişim dünyasında.

Oysa unuttuğumuz, şahane duygular varmış. Whatsup’dan mesaj yerine eline bir kahve alıp 5 dakika uğramalıymış insan hastanedeki arkadaşına/eşine/dostuna/akrabasına, her ne sebeple orada olursa olsun. Bir peynirli börek ile kahvaltı saatinde gittiğinde ne derdi olursa olsun güldürebilirmişsin bir insanı. Evde bir kek yapıp götürmek şahane bir fikirmiş mesela. Bir oyuncakla çocuğu güldürürken, bir kitapla bir çikolatayla annesini de güldürebilirmişsin. O anda sana küçük gelen her şey onlar için anlamlı olabilirmiş.

Bunları arkadaşlarım bana yaşattığı için rahatlıkla sayıyorum. Daha fazlalarını, nicelerini sayabilirim ama birini anlatsam birinin hatırı kalır. Hepsi iyi ki var. 

Tabi benim çıkış noktam hastane olduğu için örneklerim bu taraftan. Ancak her dertte tasada yanında olmalı insan sevdiklerinin. Bizimki gibi bir durumda mutlaka olunuyor tabiî ki ama benim kastettiğim bu kadar ağır olmasa da yaşanan yapılmalı bu incelikler. Fark etmek için başına böyle bir durumun gelmesini beklemeden…

Şüphesiz hayat daha güzel olacak.

BNÇ


14 Ocak 2015 Çarşamba

"KAFAMDA BİR TUHAFLIK" VAR!

Kafamda bir tuhaflık var… 

Evet, Orhan Pamuk’un son kitabının ismi. Şu anda da onu okuyorum. Konusuyla yakından uzaktan bir ortak noktam olmamakla birlikte, isminde adeta kendimi buluyorum. 


Çünkü benimde kafamda bir tuhaflık var. Yaşadığım dönem sebebiyle anlaşılabilir tabi ama ben sebebinden çok çözümünü bulmak istiyorum.

Adlandıramadığım tuhaflığım şöyle: Hastanede kendimi gereğinden fazla iyi hissediyorum. Hatta kafa dağıtayım diye dışarı çıktığımda nasıl mutsuz, keyifsiz dönüyorum anlatamam. Boğazda balık veya en sevdiğim kafede bir tatlı, beni şurada odamda şu an olduğu gibi Ali’yi uyutup kahvemi içip bir şeyler okumak veya yazmak kadar tatmin etmiyor. Tamam, çok uzun süredir buradayım ama burayı bu kadar “yuva” bellemenin psikolojik bir çözümlemesi olmalı.

Daha tuhaf olanını söyleyeyim. Eve gitmek istemiyorum. Şu 2 ayda 2 kere toplasam 3 saat evde bulundum. Hele sonuncu gittiğimde öyle soğuk ve uzak geldi ki… Hem fiziki anlamda hem duygu anlamında soğuktu. Ali’nin odası boştu. Evdeki son anılarım pek hoş değildi. İyi hissetmedim ve özlemediğimi fark ettim.

Hastanede yine tuhaf bir şekilde düzen kurduğumu farkettim. Daha önce de bahsettiğim gibi az eşya, küçük hayat mutluyum sanki. Doktorlar, hemşireler yanı başımızda. Bundan mıdır bu kadar güvende hissetmem acaba!

Sanki kendime yeni bir hayat kurmuşum da eskisini istemiyor gibi hissediyorum. Bu konuyu bugün bu kadar düşünme nedenim ise doktorumuz haftaya Çarşamba 2 haftalık bir ara verebileceğimizi söyledi. Bende kendimi ne yapacağımı bilmez halde buldum. Sevineceğime kafam karıştı. Korkular, endişeler sardı. Düşünüp duruyorum.Neden böyleyim acaba?!

BNÇ

12 Ocak 2015 Pazartesi

HASTANEDEKİ İLK GÜN

18.11.2014


Bugün hastaneye yattık. Kendimi rüyada, boşlukta hissediyorum. Sadece yapılması gerekenleri yapıyorum. Bir robot gibi… Ara ara dünyaya dönüp çılgınlar gibi ağlıyorum, sonra yine yapılması gerekenlere dönüyorum. İnsanlar geliyor, arıyor. Ben diyecek bir şey bulamıyorum. Onlar da… Telefonları açmıyorum. Sözler anlamsız, kelimelerin içi boş. Geçmiş olsunlar, geçecek’ler, güzel dilekler.

Annem bugün ben ağlarken, bak hepimiz bütün aile yanınızdayız dedi. İçimden geçeni dayanamayarak söyledim: “Ben hiçbirinizi istemiyorum. Sadece “onu” istiyorum.”

Hissettiklerim tarifsiz, korkum sonsuz. Bir kez Ali’nin doğumunda bu duyguya benzer bir duygu hissettiğimi hatırlıyorum. Kendimi yeteriz hissetmiş, ya bakamazsam diye çok korkmuştum. Kaybetme korkusu ile kendinden başka birine bu derece bağlılığın verdiği bir özgürlük duygusundan uzaklaşma hissi çok huzursuz etmişti beni. Şimdi o kaybetme korkusunun en korkunç hali gelip yerleşti. Hem de içi boş korku değil, sapasağlam gerekçesiyle bir korku.

Öyle bir korku ki, isyan dahi edemiyorum. Bir şey dersem ya daha kötüsü olursa diye. İnanan bir insan olarak, ağzımdan çıkacak kelimelerden, günah işlemekten korkuyorum.

Çok tuhaf ama bu durumda bile insan galiba önce kendini düşünüyor. Çünkü mütemadiyen “ne yaparım” sorusunu soruyorum. Ben ne olurum, nasıl olurum bundan sonra…

Vardığım ve rahatladığım nokta; sanırım anneliğim sınanıyor. Bakalım böyle bir durumda nasıl bir anne, nasıl bir insan olacağım ben diye belkide… Bu düşünce iyi geliyor.

Ben bu sınavı kabul ediyorum, varım yani… Vazgeçmeyeceğim. Bu durumda da elimden geldiğince iyi bir anne olacağım. Benim üzerime düşen ne varsa yapacağım. Çıkarmam gereken bütün dersleri çıkaracağım. “Mesajları”  alacağım. Sağlıkla evimize dönmek için kendi elimden gelen her şeyi yapacağım.  İyi olacağım, iyi olacak.


BNÇ

7 Ocak 2015 Çarşamba

MAVİ KOD!


Geçenlerde 2 yan odamızda genç bir kadın vefat etti. Burası onkoloji katı, sıkça bir şeyler oluyor. Mavi kod anonsu duyunca kapıyı bacayı kapatıp odama giriyorum. O gün anonsta bizim kat ve blok adı da verilince içim cız etti. Gerçekten tuhaf ama komşunuz ölmüş gibi hissediyorsunuz. Gerçekten tarif etmem imkansız, çünkü bunlar burada yeni öğrendiğim duygular. Eskiden, günlük hayattayken duyduğum, üzüldüğüm ama sıradan, hayatın içinden olaylar. Meğer hiçbir şey anlamıyor, üzülmüyormuşum. 

Kadın 35 yaşındaydı. 1,5 yaşında oğlunu bırakıp gitti. İsmi lazım değil, bu beter hastalıktan. Annesi ile babası belki 20-25 gün kapıdaki sandalyede beklediler. Ne beklediklerini bilip, kendilerine bile söylemeyerek. Bundan 1 hafta önce çıkamaz denilen yoğun bakımdan onu çıkartan ailesinin umuduydu muhtemelen. Ama maalesef bir yere kadar yetti .

Ben kendi durumumu unutup çok ağladım. Ya da bilmiyorum belki de kendime ağlamışımdır. Belki de kadının yaşı ve 1.5 yaşındaki oğlu nedeniyle daha kolay yerine koydum kendimi. Bilmiyorum. Ama çok ağladım. O genç kadına ağladım. Donuk gözlerle karısını odadan çıkartmak için kalan kocasına ağladım. Annesine ağladım. Yaş fark etmez hepsi evlat. Sonra en çok da o 1.5 yaşındaki oğlana ağladım. Annesini hiç hatırlamayacak, hiç tanımayacak. 

Tuhaf olan, o büyüdüğünde annesinin hayata veda ettiği o an, yaşıtı başka bir çocuğa annesinin verdiği anı defterinde anlatılmış olacak…

BNÇ

5 Ocak 2015 Pazartesi

İLK 33 GÜN...


Günlük rutin yazıların dışında süreç hakkında bilgi veren yazılar da yazacağım. Çünkü benzer tecrübeleri yaşayanlar açısından karşılaştırmak önem taşıyabilir. İyi bir hastanede, iyi bir doktorla doğru bir yolda gittiğimize inanıyorum. Hep tekrarladığım gibi her hasta, her tedavi, her doktor farklı olabilir, aksi yanlış olmak zorunda değildir ancak yine de ailelerin bilgi sahibi olup sorgulamasında sakınca yoktur diye düşünüyorum.

Hastalığın teşhis aşaması bizim için en sancılı aşamaydı diyebilirim. Ali’nin boyun bölgesinde çokça şişmiş lenf bezesi bulunuyordu. El muayenesinde ve gözle de teşhis edilebiliyordu. Ayrıca kol altında büyükçe bir beze daha vardı. Daha fazlası olup olmadığını teşhis etmek amacıyla ultrason ve tomografi çekildi. Lenflerin olduğu alanlarda başka bezeler arandı. Ayrıca enfeksiyondan da şişebildiği için birçok test yapıldı. Bu süreçte herhangi bir enfeksiyonun pozitif çıkması için resmen dua ettik.

Tam kan sayımları yapıldı. Lenfomayı işaret edecek Ürik Asit ve LDH gibi değerlerin yüksekliği arandı, yoktu. Kanda başka bir belirti yoktu. Hatta ultrason ve tomografide de başka beze görülmemişti.

Biyopsiye kadar olan tanı yöntemlerinde hastalık seçilemezken, ateş, halsizlik vs... gibi bulgular da yoktu. Kanser durumunda büyüme gösteren karaciğer ve dalak da büyümemişti. İlk günlerde doktorumuz yüksek ihtimalle lösemi olmadığını, hatta ürik asit ve LDH yükselmediği için lenfoma fikrinden de uzaklaşabileceğimizi belirtmişti. Ancak günler geçtikçe enfeksiyon testleri negatif çıktıkça moral bozuluyordu. Aslında sırada normal şartlarda kemik iliği alımı vardı ama lösemi den uzaklaşıldığı için hocamız direk biyopsi önerdi. Hatta Pet-CT ile evresine bakılmalıydı ama biyopsiden belki bir şey çıkmaz umuduyla çocuğu boşuna radyasyona sokmayalım dendi.

Özetle biyopsiden Non-hodgkin T hücreli bir lenfoma tanısı çıktı ve dünyamız o gün yıkıldı. En azından o gün öyle hissediyordum. Hastaneye yatışımız gerçekleşti ve hemen geriye dönük yapmayalım denilen bütün aşamalardan geçmek durumunda kaldık.  T hücreli hem kötü hem uzun süreli tedavisi olan bir türdü. 3 yıl sürecekti macera. T hücreli olduğu için % 50 -60 gibi bir şansımız olduğu söylendi.

Bu arada çok hızlı bir şekilde Ali’nin bezeleri çoğaldı. Fazla büyük ve çok sayıda olduğu söylendi. Göğüs boşluğunda ve kasıklarında da başlamıştı. Çok hızlı, agresif büyüyen bir hastalıktı. Evreleme sonucunda 3. evre olduğu tespit edildi.

Bu çeşit lenfomanın bu kadar küçük bir bebekte görülmesinin nadirliğinden bahsettiler. Kemoterapiye cevap vermesinin yanı sıra, ilaçların yan etkileri ve organların bu ilaçları kaldırabilmesi de olası sorunlar içindeydi.

Bir sonraki aşama olan kemik iliği alındıktan sonra bir bomba daha düştü. İlk başta bize dağlar kadar uzak olan lösemi artık yanıbaşımızdaydı. Lenfomaya alışmaya çalışırken sadece küçüklüğümde Türk filmlerinden ismine aşina olduğum o amansız lösemi % 50 oranıyla oğlumun kanındaydı. İkinci yıkımdı.

Orta riskli hasta grubundaydık ama bir ayın sonunda kemoterapi sonuç vermezse yüksek risk grubuna geçecektik. Yani daha ağır ilaçlar alıp kemik iliği için başvuru yapılması gerekebilirdi.  Lösemiyle birlikte evre 4. aşamaya geçti. Hastalığımız artık ALL Lösemi hatta üzerine tuz biber daha tehlikeli olan bir alt çeşidiydi.

Bu şekilde iyisi, kötüsü yüzlerce ihtimal ile yola çıktık. Hala daha birçoğu önümüzde. Bu hastalıkta hiçbir şeyin garantisi yok. Yaşayanlar bilir, kemoterapinin ilk 33 günü çok önemlidir. Şu anda biz o 33 günü atlattık ve kemik iliğinde % 2’lere kadar gerileme mevcut, yani tıp jargonuyla remisyona girdik. Dolayısı ile şimdilik ilik bankasına başvuru veya yüksek risk tedavisine gerek görülmedi, şükür ki yan etkiler anlamında, metabolik sorunlar anlamında da fena değildik. Ama daha yol uzun…

Yolun bu aşamasında çıkardığım birkaç ders ve notum var:

Birincisi, doktorlar bizlere her şeyi söylemek zorunda hissediyorlar ve olacak/olmayacak bütün ihtimalleri sıralıyorlar. Bu nedenle tüm söylenenleri sizin çocuğunuz için söylediğini düşünerek dinlememenizi öneririm. En azından bilgi olarak alın ama ihtimallere üzülmek için henüz çok erken.

İkincisi, doktora güvenmek ve inanmak insanın içini bir nebze ferahlatıyor. Ama bu doktorunuzu sorgulamayacağınız anlamına gelmiyor. Güven aşamasına gelene kadar en azından 2 uzman doktordan daha görüş almak önemli.  Yine de anladığım kadarıyla konu kanser olunca teşhis laboratuvar tarafından onaylandıktan sonra doktorun kralına da gitseniz teşhis değişemiyor. Bu nedenle teşhisten şüpheniz varsa en fazla bu konuda en iyi olduğu söylenen Çapa Tıp Fakültesi’ne gönderip biyopsi sonucunu teyit edebilirsiniz.

Üçüncüsü,  özellikle ilk günler doktorunuz dışında herkese kulak kapatmak. Herkesin bu hastalık hakkında duyduğu birkaç cümle var. Şüphesiz iyi niyetle gerçekleşen bu durum ailenin zaten karışık olan kafasını daha bulanık hale getirebiliyor.

Sonuncusu da;  bu mucizeler hastalığı. Doktorların aksine rakamların önemsiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü %5 şansı olan biri yaşayabilirken, % 90 şansı olan biri hayatını kaybedebiliyor. Bunları gözümle görüyorum. Bu yüzden bırakın rakamlarla doktorlar uğraşsın, siz her şeyin iyi olacağına inanın yeter!


BNÇ





2 Ocak 2015 Cuma

SADE HAYAT

30.12.2014

Burada pek çok fark ettiğim şey arasında öyle bir şey var ki, hayatın anlamını bulmaya yol gösterici sanki. Küçük metrekarelerde hayatın nasıl daha anlamlı olduğunu, hayatı basitleştirmenin ne çok şey kazandırdığını fark ettim. 

45 gündür, 20-25 metrekare bir oda da 3 kişi yaşıyoruz. Burada günümüzü geçiriyor, yemek yiyor, oyun oynuyor, tedavi oluyor, uyuyoruz. Kıyafetlerimiz sayılı, buzdolabımız mini ötesi. Anlayacağınız fazla hiçbir şeye yer yok. Gazete bile okunduktan sonra kalabalık gözükmesin diye ve tabi hijyen açısından gönderiliyor. Benim birkaç dergi ve kitabım bile herkese fazlalık görünüyor. Öyle bir sadelik yani… Sadece hayati, gerçekten lazımlar var.

Hani sakladığımız onlarca, yüzlerce eşya, ıvır zıvır var ya hiçbir zaman lazım olmayacak onlar. Artık eminim. Çünkü burada bir çorba kasesi gerektiğinde bir fincana koyup içebilme pratikliğini öğrendim. Fazla oyuncağa gerek yokmuş, şırıngaya su koysan oyuncak olurmuş. Hayat az eşyayla daha kolay, vaktin daha bolmuş.

“Kalabalık” evlerde “kalabalık” hayatlarda kimseler fırsat bulamazken mola vermeye, biz oğlumla 45 gündür moladayız. Zamanı durdurduk. Hayatımız sade, biz sade. Birlikte duruyoruz, birlikte uyuyor, birbirimize bakıyoruz.

Hastane odasında yılın ilk karını seyrediyoruz. Başka hiçbir işimiz yok bu andan başka…


BNÇ

1 Ocak 2015 Perşembe

Hastalığı Nasıl Farkettik?

Yeni yılın ilk gününde hikayenin başından başlayalım.

Bu kadar umut dolu bir günde bunlar anlatılır mı diyenler olabilir. Ama bence tam da bugün anlatılır. Çünkü bu bir umut hikayesi aslında. Merak etmeyin hepsini bir kerede anlatmayacağım. Ama nasıl fark ettiğimiz önemli bir konu. Anlatmak istiyorum çünkü biliyorum beni üzmemek için sormayan veya kendi hikayesi için merak eden çok kişi var.

5 Kasım akşamı koltukta babasıyla oyun oynayan Ali birdenbire ters bir şekilde yere düştü ve kafasını yere çarptı. Öyle bir ses çıktı ki, mutfaktan koşarak geldim. Her çocuk düşer, ağlar, bazen çok ağlar, sonra susar, fiziksel bir kontrol yaparsınız, en basit bilgilerle bir süre uyutmazsınız. Ama bu sanki normal bir düşüş değildi. Elimizde bir yerinde bir şey var mı diye bakarken boynunda bir şişlik fark ettik. Hemen acile koştuk. Çocuk doktorumuzun da olduğu Maslak’taki hastaneye geldik hemen. O gece hayatımın sonu gibi hissetmiş, nefes alamamıştım. Çok erkenmiş bu hisler için meğerse...

Bu durumda hastaneye geldiğinizde öncelikle boyun kırığı, beyin kanaması gibi temel travma araştırmalarını yapıyorlar. Gereksiz bin tane radyasyon alacağı işlemden geçiyor. O an bunları düşünmedik tabi. Her şey yolundaydı ancak boynundaki şişliğin nedeni bulunamadı. Hatta aynısından öbür tarafta da olduğu tespit edildi. İki tarafta da olması ise bunun bu düşme nedeniyle olmadığını gösteriyordu.  Asla fark etmemiştim ama zaten söylendiğine göre çok yenilerdi.

Ertesi gün görmesi için bir çocuk onkoloji uzmanına randevu yazıldı ve süreç başladı.

O gece ki soru işareti ve yaşadığım boşluğu kelimelerle tarif etmem gerçekten imkansız. Şimdi ise iyi ki o gece düşmüş diyorum. Kimbilir belki de ne zaman fark edecektim. Bazen neyin bizim için iyi olduğunu gerçekten bilemeyeceğimizi öğreten bir tokat gibi oldu bu…


BNÇ