9 Mayıs 2015 Cumartesi

İYİ Kİ ANNE OLDUM!


Eyvah dedim ama "iyi ki anne oldum!" olmalıymış bloğumun adı. Çünkü ona her baktığımda “iyi ki anne olmuşum, iyi ki onun annesi olmuşum” diyorum.

Bebeklik dönemi, birkaç ay lohusalıktı, depresyondu, uykusuzluk falan alışmakla geçti. Sonrasında bakım ayları, uyusa da nefes alsak zamanları…

İlk bir sene mutlaka ki çok sevgi ama çokça da merhamet duygusu. Gerçek anneliğe uyanış bundan sonra…

1 yaşıyla birdenbire büyüdü sanki. Artık bebek değil. Dediğimi anlayan, sözümü dinleyen, arkamdan ağlayan,  kızsa bile teselliyi yine bende arayan bir can o.  Birlikte vakit geçirmekten çok zevk aldığım bir arkadaş, bir aşk oldu. Lafta değilmiş, gerçekten aşk gibi.

Bir yaşını yeni aştığı aylarda yakalandığı hastalık mutlaka ki bende başka duygular da uyandırdı. Mesela hayranlık. Böyle güçlü oluşuna, olgun hallerine, bir yetişkinden kesinlikle daha dirayetli oluşuna hayranım. Bir ağrı kesici içip yatağa giren bizlerin yanında hayati riskleri olan litrelerce ilacı ve anestezileri aynı gün alıp, gözünü açtığında hiçbir şey olmamış gibi bana gülümseyişine gerçekten hayranım. Bu süreci bir parça olsun daha normal geçiriyorsam bu tamamen onun sayesinde. Evet, daha hiçbir şey bilmiyor ama yaşadıkları, geçirdikleri bilmiyorum bir yerde birikiyor mu ama o göstermiyor. Evde gördüğü bütün kabloları çekiştiren çocuk 6 aydır göğsünde, etinden sarkan kabloyu bir gün bile ellemiyor. Enfeksiyon kapıp ateşi çıktığında soğuk bezleri koyduğum kollarını ben bezleri alana kadar indirmeyişini unutamıyorum. Örnekler sonsuz. Tüm bunların kendiliğinden olmadığını biliyorum ve her dakika şükrediyorum.


Bu yaşananlar insana her şeyin bir nedeni olduğunu öğretiyor. Doğumdan sonra iş hayatı ile onu bırakmamak arasında ne çok gidip geldim. Şimdi bakıyorum ne boşuna bir dertleniş.  Şu anda, doğduğu andan beri onu kimselere bırakmadığım için şükrediyorum. Neredeyse 1,5 yıldır onun dışında hiçbir şeyle ilgilenmedim. Son 6 aydır ise malum yapışık ikizler gibiyiz. 24 saat birlikte, evde bile burun buruna, sadece ikimiz varmışız gibi. Onunla yaşadığım her saniyeyi içime çeke çeke yaşıyorum. Kıymetini bile bile. Bir ömür boyu böyle olmayı dileyerek. Diyorum ki; bu hastalık bile onunla böyle zamanlar geçirmem içinmiş belki de.

Hep diyordum ya “benden annem gibi bir anne olmaz” diye. Biraz da bu halimi severek çok anaç sütlaç bir anne olamayacağım diyordum. Önce kendim, önce iş diyenlerdendim hani. Allah da bana sana öyle bir sınav vereyim ki nasıl anne oluyorsun gör bakalım dedi. Çünkü her şeyin bir nedeni var.

6 ay önce Ali’nin koltuktan düştüğü ve hastaneye gittiğimiz gece hayatımın en kötü gecesini geçirdim diyordum. Meğer o düşme bile bize hastalığı göstermek ve daha kötü gecelerden korumak içinmiş. Evet, her şeyin bir nedeni var.

Evet, böyle düşünüyorum, böyle bakıyorum hayata artık. Ne yaparsam yapayım bazı şeyleri değiştiremediğimi görüyor, deneyimliyorum. Ama ben değişiyorum, dönüşüyorum. Bu yaşananlar beni en kötü şeylerle bile baş edebilir biri haline getiriyor, hissediyorum. Tabiki her şeyin daha kötüsü var ama benim de korku eşiğim epey yükseldi, törpülendi. En çok neden korkar anne olmuş bir kadın? Söylemeye gerek yok, ben o korkuyu yaşadım, iliklerime kadar da yaşıyorum. Bütün bunlar oluyor. Söylemiyorum, çünkü baş ediyorum. Biteceğini biliyorum, sabrediyorum. O da ediyor. Arada yazıyorum işte iyi geliyor.

Anneler günü yazısı yazacaktım sözde, bu çıktı.

Bütün annelerin, anneler günü kutlu olsun…    


4 Mayıs 2015 Pazartesi

HASTANEDEN HALLER


Ben hep doğal olarak bizden bahsediyorum. Ama biz öyle çokuz ki. Maalesef. Benim gördüklerim, tanıdıklarım da hepsi değil mutlaka. Kimbilir daha nerelerde kimler, ne hikayeler var bizimkinin yanında.

Yeni hastalar geldikçe hastaneye, bir filmi baştan izliyor gibi oluyorum. Genelde iletişime kapalı bir tutum izlesem de bazı gözlere kayıtsız kalamayabiliyorum.
.
Bir sürü anne var. Çocukları hasta. Kiminin lenfoma, kiminin lösemi, kiminin bambaşka aklınıza bile gelemeyecek türler. Genelde odadan çıktığınızda, koridorda telefonla konuşurken karşılaştığımız yüzler. Hepimiz birbirimizin adını, çocuğunun adını, hastalığını, hatta türlü detaylarını bildiğimiz, durumunu personelden takip ettiğimiz halde çoğunlukla tanımıyoruz birbirimizi. Tanımamaya çalışıyoruz. Genelde göz göze gelmemeye çalışmak, eskaza gelinirse de belli belirsiz bir selamlaşmak hakim. Adı konulmamış bir kural gibi bu durum. Ama bunu asla nezaketsizlik olarak nitelendirmiyoruz hiçbirimiz, sadece anlıyoruz. Duymak, anlatmak istemiyoruz belki.

Tabi bu durumun dışında kalan anlar/kişiler oluyor mutlaka. Özellikle ilk zamanlarda. Yeni gelen hastaların yakınları eskilerin aksine karşılaşacak bir göz arıyorlar. Yeni karşılaştığı çaresizliğe yardım edebilecek biri var mı diye belkide. Belki güzel bir söz duyma umudu, belki ortak derdin yarattığı yakınlık hali.

Öyle biri geldiği zaman o her halinden yeni öğrendiği ve baş etmeye çalıştığı belli anneye gidip sarılmak istiyorum. Tuhaf ama aynen böyle oluyor. Birdenbire birisi size ağlayarak sarılabiliyor. Yani iki uç durum aynı yerde aynı anda ve aynı nedenle yaşanabiliyor. Aynı dert yüzünden hem birbirini arayan hem de birbirinden kaçan insanlar topluluğu.

Tabiki destek olmak çok önemli ancak herkesin kendi derdi varken bu oldukça zor. Başkasının derdini de kaldırabilecek durumda olamayabiliyor insan. Haberlerde duyduğumuz bir habere bile üzülürken, yan odandaki çocuğun derdi bazen senin derdini unutturabiliyor. Orada moral bozukluğu en son istenen şey. Bu nedenle iletişimin de ölçülü olması gerçekten şart. Çünkü orada dertler paylaştıkça azalmıyor, aksine büyüyor.

Bunlar nereden mi çıktı?      
  
Dün tanıştığım bir anne var aklımda. Yeni öğrenmişti, ağlıyordu. Beynim filmi başa sardı. Orada kendimi gördüm yeniden. 6 ay önceyi. Birini empati yapıp anlamak deriz ya hep lafta. Ben onu öyle anladım ki, ona sarılıp sakinleştirmek istedim. Çünkü kafasından geçenleri biliyorum. Sorular, cevapsız sorular.  Ali’yi gösterdim ona. Koşuyordu koridorda. Bir an için işe yaradı.

Ona o gün biri bana söylese rahatlayacağım şeyleri söyledim. “Bu hastalığın tedavisi var, bu hastalıktan kurtulan çocuklar var. İnternetten hiçbir bilgiyi okuma, doğru yerdesin, doğru doktorda, doğru hastanedesin. Doktorun her söylediğini, kurtulma rakamlarını, ihtimalleri düşünme. Bunlar sadece ihtimal.”Duymak istenen bu kadar basit şeyler aslında. Bu boşa ümit vermek değil. Gerçekler. Çünkü o annenin aklında tek şey var. Çocuğunu kaybetme ihtimali. Ağlarken bunu söylüyordu. “ Oğlumu kaybediyorum”.

Doktor bana da “oğlun çok küçük olduğu için tedavi sırasında ilaçların yan etkileri nedeniyle organları dayanamayabilir, hastaların % 10’unu böyle kaybediyoruz.” demişti. Aynen bu cümleyi kurdu. Orda keşke biri bana bunun sadece bir ihtimal olduğunu, doktorun her şeyi söylemekle yükümlü olduğunu söyleseydi diye geçirdim içinden. Bu yüzden ben ona söyledim.

Neyse. Bu tedaviyi alan koşan bir çocuk ve ağlamayan bir anne görmek onu rahatlattı sanırım. Ama ben o gece, bütün gece onu düşündüm. Muhtemelen uyumadığını ve neler düşündüğünü bilerek…  

1 Mayıs 2015 Cuma

YİNE YENİDEN!

En son yazıdan beri neredeyse 2 ay olmuş. Tam 8 hafta. Bu süreçte biz tam 8 haftalık bir kemoterapi fazını daha atlattık. Bir öncekilerden farkı bir haftayı hastanede, bir haftayı evde geçiriyor olmamızdı. M fazı denilen bu aşamada 10 günde bir 24 saat süren bir ilaç alıyor, aynı gün intretekal denilen bir yolla yani belden bir iğne ile beyine koruyucu bir sıvı gönderiliyordu. Bu da tam anestezi altında yapıldığı için her hafta bir kalp çarpıntısı ile geçti. Sonraki günlerde ise 24 saat aldığı ilacın organlarına zarar vermemesi ve hızla dışarı atılması için başka ilaçlar, serumlar vs… Bu da gece her saat başına alarm kurup bez değiştirmek için kalkmak anlamına geliyor. İlacın vücuttan tamamen atıldığı tespit edildiğinde ise ev yolu görünüyor. Evde yeniden düzen kurana kadar biraz stres sonra huzur… Bir hafta “normal” bir hayat… Sonra yine bavul, hazırlık vs… Böyle bir döngü ile atlattık 8 haftayı.

Evde olmak büyük bir lükstü hepimiz için ama tabi bu git-gel yorgunluğu beni benden aldı. Dolayısıyla elim bir gün olsun bilgisayara gitmedi. Kafam ne yazılar yazdı ama elim durdu bir kere. Bir de çok depresif hallerimde yazmayı çok sevmiyorum çünkü bu bloğu kimseyi üzmek için değil, bilgilendirmek için yazıyorum. Şimdi iyiyim. Evdeki bu son haftamızda yeniden yoğunluğa girmeden haber vermek istedim.

Pazartesi günü her şey uygunsa yeniden ilik alınacak. Durum tespiti, biraz yürek hoplaması ile geçecek birkaç günün ardından yeniden hastane günleri başlayacak. Yine bir 8 hafta. Protokol 2, faz 1 ile başlayacağız, faz 2 ile zaman kaybetmeden tamamlayacağız dilerim ki. Yine ilk aylar gibi bir sürü ilaç. Benim zarar vermesin diye eldivensiz asla dokunmamam gereken ama oğlumun organlarına, damarlarına litrelerce verilen/verilecek ilaçlar. Yoğun bir tedavi. Bu nedenle 8 hafta boyunca yine hastanede olacağız.

90 gün hastanede kaldıktan sonra nasıl eve gelmek zor geldiyse şimdi de oraya dönmek öyle zor geliyor. Herşeye alışılıyor bunu artık çok iyi biliyorum ama Ali’nin mama sandalyesi ile yatağa mahkumiyeti beni her açıdan yoruyor. Çocuğunu o durumda da gezdirenler, hastane koridorlarına çıkaranlar var elbet ama elinin mikroplu bir yere değmesi, koridorda hasta biri ile aynı havayı soluması gibi anlık bir riski göze alamıyorum. Ne kadar zor olursa olsun almadığım ve bütün kurallara uyduğum için bu kadar hızlı bugünlere geldik ve tedaviyi aksatmadık. Dilerim yine öyle olacak ve bu da bitecek.

Zaman çabuk geçiyor. Mevsimler değişiyor, insanların hayatları değişiyor. Biz sanki 6 aydır aynı yerde duruyoruz. Bir yazımda o pencerede kış ve baharı gördüğümü yazmıştım. Şimdi de yazı göreceğiz. Artık sonbahara Allah kerim…